Bölüm 7
Lexie, dinlenme odasının gölgesinde durmuştu; floresan ışık, ıslak gözlerinde bulanık bir parıltıydı. Dedikodu yangın gibi yayılmıştı—keskin sesler, yan bakışlar, ifşa olmanın o soğuk ürpertisi. Utanç, derisine yapışmış gibiydi; kollarında ince ince yanıyordu, ekibe bakarken. Birisi adını lanet gibi fısıldadı. Parmakları, kahve kupasının kenarında titredi. Dean arkasından yaklaştı, sesi yumuşak, “Lex. İyi misin?” dedi. Lexie neredeyse gülüp geçecekti bu saçmalığa. “Sence iyi görünüyor muyum?” Sözleri beklediğinden daha sert, neredeyse yakıcı çıktı.
Dean huzursuzca yer değiştirdi, göğsüne sıkıca bastırdığı köşeleri kıvrılmış bir defterle. Saklamaya çalışmıştı ama artık çok geçti—birisi dolabından kapıp sayfa sayfa fotokopi çekmişti: panik itirafları, başarısızlıkları, tüm çıplak, sızlayan gerçekleri ortalığa saçılmıştı. “Herkes ne kadar dağınık olduğumu biliyor artık,” dedi, sesi çatladı. “Sanırım yalnız değilmişim.” Gülümsemeye çalıştı. Lexie, o çatlakları gördü ve ilk kez ona uzandı, parmakları Dean’in elini kavradı. “Belki de artık saklanmayı bırakırız,” diye fısıldadı.
Şantiyede gerilim uğulduyordu—Em, toplantı odasında hayalet gibi solgun, göğsüne sıkıca bastırdığı sarı bir dosyayla. Nişanlısının tehditleri hâlâ kulaklarında çınlıyordu. “Carter’la bitirmezsen her şeyini kaybedersin. Bunu ben sağlarım.” O sesi hatırlamak bile damarlarında buz gibi bir ürpertiydi. Ama Theo yanından geçerken, gözleri yorgun ve meydan okurcasına parlıyordu; dünya bir anda netleşti: masanın altında eli Em’in elini buldu, kısa ve çaresiz bir sıkış. “Hakkımızda ne derlerse desinler umurumda değil,” diye fısıldadı, kimsenin duyamayacağı kadar alçak bir sesle. “Kaçmayacağım.” Em’in yanağından bir damla yaş süzüldü—kırılgan bir rahatlama ve korku karışımı.
Dışarıda fırtına patladı. Lexie’nin sesi, makinelerin ve dedikodunun uğultusunu yararak yükseldi. “Bir ilişkim oldu,” diye seslendi, sesi titrek ama kararlı. “Ve daha önce sevdiğim birini kaybettim, ama artık utanmayacağım. Arkamdan konuşmak isteyen konuşsun, umurumda değil. Yalan söylemeyi bıraktım.” Sözleri havada elektrik gibi asılı kaldı. Dean yanına geldi, avucu sırtında—onun cesareti, Lexie’nin cesaretini de güçlendirdi.
Kalabalık ikiye ayrıldı. Theo, çenesi sıkılı, aralarından geçti. Elinde yönetimin mektubu—hukuki tehditler ve resmi cümleler—avuçlarında yanıyordu. Yüksek sesle okumaya başladı, sesi pürüzlü. Herkes duydu: “İşten çıkarılma süreci başlatıldı. Yasal işlem ihtimali var. İhlaller bildirildi.” Artık sır kalmamıştı. O, muhbirdi. “Beni ya da gerçeği gömemezsiniz,” dedi, gözleri Em’e kilitlenmişti. “Sizin hatalarınız için değil.”
Em, suyun altında yürüyormuş gibi ağırdı; nişanlısı çıkışı kapatmış, yüzünde alaycı bir sırıtış. “Onun gibi biriyle mi hayat kuracaksın sanıyorsun?” diye tısladı, sesi zehirli. Em, tek bir an bile duraksamadan yanından geçti, yüzünü bile çevirmedi, yüzüğünü yere bıraktı—betona çarpan o net, parlak sesle. “O, senin asla olamayacağın kadar değerli.”
Lexie, Dean’in yanağına dokundu, başparmağı çenesinin ince çizgisini izledi. Dean’in gözleri parlıyordu, savunmasız ve açık. Dean eğildi, dudakları Lexie’ninkine hafifçe dokundu—umutlu, titrek, yepyeni ve acı verici derecede canlı. “Hâlâ buradayız,” diye fısıldadı Lexie. “Biz varız.”
Ortalık karıştı. Şehir denetçileri, parlayan baretleriyle şantiyeye daldı. “Çatıyı hemen görmek istiyoruz,” dediler, sesleri keskin. Her sır—Em’in gizli bahçesi, Theo’nun uyarıları, aralarındaki yalanlar ve özlemlerden örülmüş ağ—bir anda kopacak gibiydi.
Em, Theo, Lexie ve Dean, çağrılırken panik ve nefes nefese bakışlar paylaştılar; dört kalp, korkuyla aynı ritimde atıyordu. Merdivenlerden çıkarken, Theo’nun eli Em’in belini buldu, onu dengeledi—bir anlığına, her şey ve hiçbir şey mümkündü.
Merdivenin tepesinde kapı şehre açıldı ve bir duvar gibi dizilmiş yetkililer bekliyordu—onların aşk ve hakikat uğruna göze aldıkları her şeyi yıkmaya hazır.
Devam edecek...