Bölüm 8
Orin’in parmak eklemleri zonklayarak, gıcırdayan çatı merdiveninden kendini yukarı çekerken, aşağıdaki depo mavi ışıklar ve paramparça olmuş sırlarla çalkalanan bir kaosun içinde. Çenesinden ter damlıyor, birkaç günün pişmanlığı gölgesinde. Tişörtü sırtına yapışmış, yakası yırtık—Calais’in bir zamanlar onu hoyratça yakaladığı yer, şimdi sızlayan bir anı. Gecede çılgınca göz gezdiriyor, onu arıyor. Aşağıdan polis emirleri yankılanıyor, botlar Dock Eleven’ın efsanevi karanlığını çiğniyor.
Calais çatının kenarında beliriyor; saçları darmadağın, ceketi kanla çizilmiş—yarılmış parmak eklemlerini umursamazca silerken bulaşmış, bu yere sonuna kadar direndiğinin kanıtı. Gözleri her zamanki gibi buz gibi, ama yorgunluktan cam gibi donuk. Dimdik duruyor, çenesini kaldırmış, hareketlerindeki kusursuzluk çözülmekte olan bir kalbin maskesi. Orin, ellerindeki titremeyi, bileklerindeki morlukları, hep kontrolü seçen birinin bu gece yıkılmış halini görebiliyor.
Üç adımda çatıyı geçiyor. “Yaralısın,” diye fısıldıyor, sesi çatallı. Onu ilk kez, kendisini yaralamasını beklemeden bakıyor. Şehrin uğultusu bir anda yok oluyor. Bir anlığına Calais gözlerini kapatıyor. Göz göze geldiklerinde—o soğukluk gitmiş, yerini bembeyaz bir arzu ve tanınma ihtiyacının hayaletine bırakmış. “Gitme,” diyor, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık. “Şimdi kaçma.”
Orin elleri titreyerek yüzünü avuçluyor. Dudakları yarılmış, yüzü ter ve tozla çizgili, ama yine de öpüyor onu; öfkeli ve titrek. Calais kollarını boynuna doluyor, boğuluyormuş gibi sarılıyor. Alınları birbirine değdiğinde, aralarındaki tüm sırlar çıplak ve söylenmemiş halde duruyor.
Aşağıda bir kapı çarpıyor—Jossan, bembeyaz ve titrek, yanıp sönen ışıkların önünde duruyor, omuzlarını dikleştirip polislere her şeyi itiraf ediyor. Evaleine onların yanından fırtına gibi geçiyor, sırtında sarkık bir sırt çantası, boyayla lekelenmiş botları isyankâr bir ritim tutuyor. Vespera yanında, deri ceketi omuzlarına atılmış, kamerası sallanıyor, dudakları inatçı bir çizgiye bürünmüş. Vespera’nın gözleri Orin’i buluyor, aç ve boş, ama Evaleine’in elini sımsıkı tutarken arkasına bakmıyor; parmakları birbirine kenetlenmiş, dokunuşları kaosun içinde bile elektrik gibi. “Birlikte gidiyoruz,” diye fısıldıyor Evaleine, Vespera başını sallıyor—bakışında kelimesiz bir veda parlıyor.
Aşağıda depo ikiye ayrılıyor—sirene sesleri, öfkeli bağırışlar, Dock Eleven’ın büyüsü kemiğe ve tellere soyulmuş. Orin Calais’i kendine daha da yaklaştırıyor, polis ışıkları üzerlerinde titrek bir şekilde dolaşıyor. Calais gülüyor, yırtık, kırık bir sesle. Orin’in titremesi dinmiyor. “Sana yardım edeceğim,” diyor, dua mı söz mü belli değil. Calais’in maskesi nihayet düşüyor; yüzünü Orin’in göğsüne gömüyor, elleri gömleğine öyle sıkı tutunmuş ki, sanki asla bırakmayacak.
Bir yerlerde cam kırılıyor. Jossan polislerin arkasında kayboluyor, başı dik ama çenesi titrek, hepsine bir şans veriyor, yalan nihayet bitmiş. Evaleine ve Vespera karanlığa karışıyor, vahşi silüetleri geride sadece umut ve belki de aşkın yankısını bırakıyor.
Orin Calais’i bir kez daha öpüyor, dizginsiz ve çaresiz; ikisi de özlem ve kayıptan morarmış. Calais’in dişleri Orin’in alt dudağını yakalıyor—hem özür, hem meydan okuma. Ve ilk kez, kendini onun kollarına bırakıyor; dünya aşağıda paramparça olurken, onlar birbirine tutunmuş, kan kırmızısı polis ışıklarının altında.
Depo yok artık. Sırlar kül oldu. Ama Orin ve Calais hâlâ orada, birbirlerinin kollarında nefessiz, çatının kenarından şehre bakıyorlar—bekleyerek, belirsiz, adını koyamadıkları bir geleceğin vaadine dolanmış halde.