Bölüm 1
Riley, duffel çantasının askısında parmaklarını oynatarak Sentinel Academy’nin kaosuna adım attı—botların yere vuruşu, yankılanan kahkahalar, havada asılı bir endişe. Her duvar üstüne eğilmiş gibiydi, disiplin ve beklenti tenine baskı yapıyordu ama Riley omuzlarını dimdik tuttu. Sinirlerini belli etmeyecekti, kalbi öyle hızlı atıyordu ki herkesin duyduğuna yemin edebilirdi.
Spor salonunun öbür ucunda Elias Heath’in sesi, uğultunun arasından keskin ve kararlı bir şekilde yükseldi. Onun kendinden emin tavrı, etrafındakileri ya küçültüyor ya da dikleştiriyordu; bakışları odayı tararken Riley duruşunu kusursuz tutmaya çalıştı, dikkat çekmemek için dua etti. Tabii ki, tam o anda Elias’ın bakışları ona kilitlendi—elektrik gibi, sabit, sanki saklamak istediği her şeyi görüyormuş gibi. Karnında bir şey kıpırdadı: Beklenti mi, korku mu, yoksa ikisinin tehlikeli bir karışımı mı, ayırt edemedi.
Daha sonra, koğuşta, Sasha yatağına yayılmıştı, yuvarlanmış bir tişörtü Riley’ye fırlattı. “Böyle kıpırdanmaya devam edersen seni lime lime ederler,” dedi, saçının perdesinin altından keskin gözlerle sırıtarak. “Yoksa belki de meşhur Bay Heath’in dikkatini çekmek istiyorsundur.” Sesinde alay vardı ama başka bir şey de—itiraf edemeyeceği bir kıskançlık, hafif bir meydan okuma.
“Ben buraya eğitim için geldim. Dikkat çekmek için değil,” diye homurdandı Riley, çantasını karıştırıyormuş gibi yaparak. Başını eğdi, telefonunu kontrol ederken dikkatliydi. Sadece bir bildirim—acil bir kampanya için fotoğraf isteyen menajeri. Telefonu avucunda nükleer bir şey gibi hissettirdi. Sasha boynunu uzattı. Riley telefonu hızla kapattı, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi, ama arkadaşının kaşlarının arasındaki şüpheyi yakaladı.
Dışarıda gece, demir gibi karanlık ve beklentiyle ağırdı. Antrenman Riley’nin kaslarını titretecek kadar yormuştu—hem yorgunluktan, hem de bütün gün izlenmenin ağırlığından. Biraz hava almak için dışarı süzüldü, kollarını kendine sardı, zihni Elias’ın kulağında yankılanan sesiyle, her anlık bakışıyla dönüp duruyordu. Onun sessizce yaklaştığını neredeyse fark etmedi bile.
“Burada tek başına olmamalısın,” dedi Elias, sesi alçak ve ciddi. Riley’nin irkildiğini görünce durdu, kolundaki sıyrığı fark etti. Hiç sormadan elini uzattı, başparmağını nazikçe kızarmış derinin üzerinde gezdirdi. Elinin sıcaklığı Riley’nin omurgasından yukarı bir şok gibi geçti—nefes alamadı, gözlerini kaçırmadı.
“Bir şeyim yok,” diye fısıldadı Riley, ama sesi titredi. Göz göze geldiler, aralarında elektrik yüklü bir sessizlik oluştu. Elias’ın başparmağı bir an fazladan kaldı, Riley’nin bileğinde hayali bir desen çizer gibi. Kimsenin göremeyeceği bir yakınlık, ama ikisinin de hissettiği bir şey.
Elias aniden elini çekti, büyü bozuldu; tekrar mesafeli ve sertti. Riley akıllıca bir şey söylemeye çalıştı ama kelimeleri birbirine dolandı, öylece kaldı, Elias uzaklaşırken omuzları taşıdığı yükle kasılmıştı.
Yatağında, Riley karanlığa bakakaldı, bileğinde Elias’ın dokunuşunun bıraktığı sıcaklık hâlâ canlıydı. Her saniyeyi, gözlerindeki ihtimal kıvılcımını tekrar tekrar düşündü, yanakları kızardı, karnı kelebeklerle doldu. Yan yatakta Sasha hafifçe horluyordu—dışarıdan umursamaz, ama Riley, gözlerinde bir anlığına beliren o kırgın gölgeyi görmüş olduğuna emindi.
Kendi odasında Elias, elini sıktı, Riley’nin teninin yankısını hâlâ parmak uçlarında hissediyordu. Yatağına oturdu, nefesi düzensizdi; kendini bıraksa ne olacağını düşünmekten korkuyordu.
Bir yerlerde, geceyle sabah arasındaki o sessizlikte, sınırlar çoktan kaymıştı.
Riley uyuyamadı. Elias da.
Sasha’nın gözleri karanlıkta aralandı, dikkatli ve keskin gülümsemesinin ardında şüpheyle özlem savaşıyordu; bakışı Riley’nin telefonuna kaydı, ekranın soluk ışığı dökülmeye hazır sırları aydınlatıyordu.
Devam edecek…